30 Mart'taki seçimde normal demokratik ve ahlaki kıstasları çoğunlukça içselleştirmiş bir toplumda olmayacak bir sonuçla karşılaşıldı. Türkiyeli seçmenlerin yüzde 45'i her biri bir başbakanın siyasal hayatını bitirecek, iktidardaki partiyi çökertecek bir dizi ağır ithamla karşı karşıya olan R.T. Erdoğan ve partisine oy verdi. İlginç olan nokta Erdoğan ve partisinin bu sonucu söz konusu ithamların asılsızlığını kanıtlamak için hemen hemen hiçbir çaba göstermeden almış olmasıdır. Kaldı ki seçim öncesi anketler toplumun üçte ikisinin ithamların gerçekliğine inandığını göstermesine rağmen Erdoğan ve partisi bu tutumunu değiştirmedi. AKP seçmeninin iddiaları tamamen doğru saysa bile önemsemeyeceği tespiti üzerine kurulmuş gözüken Erdoğan’ın kampanya stratejisi umduğu sonucu belki de fazlasıyla aldı.
Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tarafların tutumunun esas olarak bu olguyu nasıl yorumladıklarına, ne gibi sonuçlar çıkardıklarına göre belirleneceği zaten belli idi. Nitekim örneğin AKP seçim sonuçlarını milletin verdiği bir beraat kararı sayıp, yüzde 45 oy desteğini şimdiden arkasına almış addettiği R. T. Erdoğan’ı ‘Başkan’lığa götürecek yolu hazırlamaya girişti bile. Öyle görünüyor ki başlıca muhalefet partilerinde de AKP ve Erdoğan’ın yüzde 45 kesinleşmiş oyu olduğunu, kalan yüzde 55'in gösterecekleri bir aday etrafında toplanmasının neredeyse imkânsızlığını, dolayısıyla da Erdoğan’ın seçimi kazanmasının önlenemeyeceğini kabullenmiş bir hava hakim.
Oyların güvenle verilme derecesini ölçme imkânı olsaydı...
Bu noktada her iki tarafın da 30 Mart'ta AKP'ye verilmiş oyların Cumhurbaşkanlığı seçiminde R. T. Erdoğan'a verileceği garanti oylar olduğunu varsaydığı görülüyor. Oysa sonuçta o partiye oy vermiş olması dışında AKP seçmen kitlesinin kampanya süresi boyunca gösterdiği tavra bakıldığında ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin mevcut siyasal gerilimin özelliği bağlamında son derece önemli hale gelen rolü dikkate alındığında bu varsayımın pek de geçerli olamayacağı pekâlâ öne sürülebilir. Şüphesiz AKP'li seçmenler partilerini ve tüm yolsuzluk ve yasa ihlali suçlamalarının odağında yer alan R. T. Erdoğan'ı iddiaların asılsızlığını ispatlama konusunda zorlamamış; ama Erdoğan ve militanlarının o dizginsiz şirretlikleriyle dillendirdikleri komplo-darbe iddialarına denk düşecek bir destekleme havasına da asla kapılmamıştır. AKP'li seçmenlerin büyük çoğunluğu Erdoğan ve çevresinin ağır suçlar işlediğinin farkında, ama onların geçmişteki ‘hizmet’lerini de dikkate alan bir muhasebenin oynaklığı üzerinden tavır almıştır. Sonuçta oyunu yine vermiş, ama geçmiştekilerle kıyaslandığında bir hayli düşük profilli bir destek olmuştur bu. Nitekim CHP ve MHP sözcülerinin aylar boyunca liderlerini ‘hırsız’ diye suçlamaları geçiştirilmeye çalışılmış; Erdoğan’ın dağarcığındaki tüm hakaret sıfatlarıyla saldırılarının odağına yerleştirdiği, ’vatan haini’ ve ’casus’ gibi gayet ağır suçlamalarla adeta lince çağırdığı ‘Cemaat’e dönük kışkırtmalarına kapılınmamıştır. Eğer oyları yürek ferahlığı ve güvenle verilme derecesi ile ölçme imkânımız olsaydı 30 Mart'taki yüzde 45'in daha önceki seçimlerdeki yüzde 30 kadar bile ağırlığı olmadığını görebilirdik.
Erdoğan ve militanlarının en kullanışlı kozu
Kuşkusuz, aynı seçmen kitlesi içinde R. T. Erdoğan'ın 2011 seçimlerinden beri yöneldiği otoriter muhafazakârlığın ‘sokak gücü’ olmaya yatkın bir kesimin de öne çıktığını görüyoruz. Dindar olmaktan ziyade ‘modern/monden’ hayat, varoluş tarzlarına karşı öfke, korku ve komplekslerden beslenen bir kimlik hassasiyeti, bir eziklik psikolojisi içinde düşünen ve davranan bir kesimdir bu. Gezi’den beri artık her muhalifini düşmanlaştırmakta sınır tanımaz olan Bay Erdoğan bunu yaparken kullandığı dil ve argümanlar ile öncelikle o kesimin dünyasına seslendi seçim kampanyası boyunca. AKP'nin omurgasını oluşturan otantik Türkiyeli burjuvazinin, AKP'li orta-üst sınıfların çıkarları ve beklentileriyle örtüştüğü söylenemeyecek amaçlı bir tutum söz konusu burada. Yani, özetle ifade edecek olursak; R. T. Erdoğan ve ekibi amaçladıkları otoriter-başkanlık rejimi için zorunlu olan popüler/popülist desteği oluşturmak için kendi seçmen tabanındaki eziklik ve mağduriyet psikolojisinin endişe, öfke ve kompleks potansiyelini, önyargı ve güdülerini harekete geçirerek aynı zamanda AKP'li orta sınıfın ve temsilcilerinin bu projeye karşı gönülsüzlüklerini, hatta dirençlerini de kıskaca almaya çalışıyor.
R. T. Erdoğan bu taktiği izlerken, AKP'nin tabanı ile omurgasını eklemleyen sosyo-kültürel hassasiyetin hâlâ devam ediyor olmasından yararlanıyor büyük ölçüde.Temsil gücü ve iddialılık düzeyi hayli azalmış ve sönükleşmiş olsa da hâlâ CHP imajının merkezi bir bileşeni olan Atatürkçü sosyo-politik ‘elit’in AKP'li kitleye kibir ve diş bileyicilık olarak yansıyan tutumu, R. T. Erdoğan ve militanlarının bu noktada en kullanışlı kozu olmaya devam ediyor. AKP, en ön sıradaki siyasal rakibini bu kozla vurabildiği sürece, bölünme hariç, her seçimde hedefine varacağını bilmektedir.
Şunu da eklemek gerekir: R. T. Erdoğan'ın kendi hedeflediği rejim için elzem olan ‘kitle desteği’nin tabanı olmaya yönlendirdiği kesimler için sözünü ettiğimiz ‘hassasiyet’ varoluşlarının nesnel içeriği ve koşulları kökten değişmediği sürece kalıcıdır. Bir şefe bağlanma ihtiyacı ile malul bu kesim o şefin buyrukları doğrultusunda öfke ve tepki oklarının yönünü değiştirebilir, durgunlaşabilir ama potansiyel kalıcıdır. Buna mukabil AKP'nin omurgası olan orta sınıflar özellikle kendi sosyo-ekonomik düzeyindekilerle, örneğin ‘eski elit’ addedilenlerle aralarında tarihen teşekkül etmiş hassasiyetlerin
giderilmesine teşnedirler. Onlarla uzlaşmalarının ve hatta kaynaşmalarının hem mevcut trendin kaçınılmaz bir sonucu, hem de orta-uzun vadeli çıkarlarının bir gereği olduğunu bilirler.
Erdoğan'a karşı, hassasiyetleri yatıştıracak bir aday
AKP'li bu orta sınıfın başkanlık rejimi projesine soğuk baktığını az önce belirtmiştik. Bu kesim, daha henüz R. T. Erdoğan'ın üzerinde bunca şaibe bulutu toplanmamış, dış politikasının zaaf ve karanlık noktaları gün yüzüne çıkmamış, otoriter tutumu bu denli fütursuzlaşmamışken açıkça desteklemediği o projeyi şimdi çok daha sakıncalı addetmek durumundadır. Bu durumun bilincinde olan Erdoğan AKP'nin eklem yerini oluşturan malum hassasiyetleri son noktasına -İstiklal Savaşı!- kadar tahrik etme üzerine kurulu 30 Mart kampanya stratejisi ile bu kesimi kıskaca almayı başarmıştır. Başbakan'ın altında olduğu ağır ahlaki ve siyasi töhmetin ne aklanması, ne de buna aldırış edilmediği anlamına gelmez bu sonuç. Her ne kadar orta sınıflar için ahlak bir başat değer olmaktan çok elverişli hallerde kullanılabilir bir alet hükmünde ise de; bu kesimin toptan bir ahlaki çürüyüş içinde olduğunu iddia edemeyeceğimize göre yapabileceğimiz yegâne açıklama şimdilik ‘geçmişe mahsuben’ bir kredi verildiği biçiminde olabilir.
Dolayısıyla; eğer önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminde R. T. Erdoğan'ın karşısına çıkarılacak aday onun şimdiye kadar rantını fazlasıyla yediği ‘muhafazakâr hassasiyetler’ kozunu karşısında oynayamayacağı bir aday olursa; yani AKP'li orta sınıfların ve samimi Müslümanların ‘dışlanma, aşağılanma ve ödettirme’ endişelerini, korkularını bizzat kimliği, kişiliği ve geçmişi ile tamamen gidermese bile yatıştıracak bir şahsiyet olur ise AKP ve Erdoğan'ın son seçimde aldıkları yüzde 45 oyun ‘çantada keklik’ olması kesinlikle mümkün olamayacaktır. Böyle bir adayın Bay Erdoğan'ın karşısında demokrasi ve özgürlüklerimize vurduğu darbelerin hesap sorucusu olarak çıkması ve böylece onun otoriter rejim hesaplarını fiilen gömmesi AKP'lilerin de kendilerini yenilmiş saymayacakları tarihi bir zafer anlamına gelecektir